top of page

Arama Sonuçları

56 öge bulundu

  • COVID Yalıtılmışlığı

    Covidle birlikte yaşamımızda birçok şey değişti. Covid öncesi cuma günü planları akşam arkadaşlarla dışarı çıkmak, haftasonu için etkinlik fikirleri tartışmak, kalabalık misafirlikler yapmak gibiyken; covid sonrasında cuma günü planı diğer günlerdeki gibi evde oturmak oluyor. Düzeni bozulan bizler eğlenceye ve koca haftanın yorgunluğunu atmaya ayrılan cuma ve cumartesi günlerinde evde kaldığımız için normalden daha yalnız, yalıtılmış hissedebiliyoruz. Sebebi covid ya da başka bir şey olsa da bu hissi az da olsa hafifletebilecek birkaç öneri bulduk ve sizlerle de paylaşmak istedik. 1. Kendinizi Suçlamayın: Kendinizi yalnız hissetmenizle ilgili suçlamanız daha da kötü hissetmenize sebep olacaktır. Böyle hissetmenize sebep olacak yaşamda birçok etken bir araya gelmiş olabilir. Ancak bunların hiç biri sizin hatanız değil. 2. Arkadaşlarınızla iletişiminizi arttırın: Sevdiğiniz ve size destek olabilecek bir arkadaşınıza yazabilirsiniz. Bu noktada aklınızdan bunun işe yaramayacağı ya da aramayı düşündüğünüz kişinin sizi dinlemeyeceği gibi düşünceler geçebilir. Bu düşüncelere kulak vermeyin. 3. Hobi edinin: Hobinizin zor ve aşırı uğraştırıcı olmasına gerek yok. Bir suluboya ya da örgü işiyle yaratıcılığınızı kullanarak kendinizi rahatlatabilirsiniz. Üretmek iyi hissettirir. 4. Kendi Eğlencenizi Oluşturun: Sevdiğiniz bir şarkıyı açın ve o şarkıcıya eşlik edin, onunla beraber söyleyin. Eğer bunu pek beğenmediyseniz enerji veren bir müzikle yalnızlığınızın keyfini çıkararak izlenme kaygısı olmadan dans edin. 5. İhtiyacı Olan Birine Yardım Edin: Diğerlerine yardım etmek dikkat, bu sosyal medya aracılığıyla bile olabilir, odağımızın kendimizden diğerlerine kaymasını sağlar. Aynı zamanda yalnız hissedebileceğini ya da bunalmış olabileceğini düşündüğünüz kişileri arayarak onlara nasıl olduğunu sormak da hem size hem de aradığınız kişiye iyi hissettirir. 6. Hislerinizin Geçici Olduğunu Kendinize Hatırlatın: Sizi rahatsız eden hislerden kaçmak o hislerden kurtulmanızı sağlamayacaktır. Rahatsızlık veren duyguları kabul ettiğinizde bir müddet sonra onları etkisiz hale getirdiğinizi fark edebilirsiniz. Covid öncesindeki kalabalık cumalara özlem duyan ya da herhangi bir sebeple kendini yalnız hisseden kişiler varsa umarız bu hissi hafifletebilecek fikirler sunmuşuzdur. İyi haftasonları! Psk.Duygu ÇANKAYA ÇADIRCIOĞLU

  • Empati Molası: Ebeveynlerimize Karşı

    Zaman zaman çocukluğumuza dönüp baktığımızda annemizin ya da babamızın bize yaptıklarını ya da yapmadıklarını düşünüp hayal kırıklığı, öfke, incinmişlik duygularını hissedebiliriz. ‘Tıpkı durmadan aynı labirentte gezinen fareler gibi birçok insan anne-babasının olanları nasıl hayal kırıklığına uğrattıkları ve hayatlarını perişan ettiklerine dair eski hikayeleri tekrar tekrar düşünerek yıllarını harcarlar.’ ❗️Bir çocuk olarak ebeveyninizi ulaşılamaz, bencil, size değer vermeyen biri olarak görmüş olabilirsiniz. ❗️ Bir çocuk olarak ona karşı gösterdiğiniz bütün iyi niyet ve sevginin karşılığını alamadığınızı düşünüp onu suçlamış olabilirsiniz. ❗️Bir çocuk olarak ebeveyninize karşı duyduğunuz öfkenin çözümünü yetişkin halinizde onunla iletişimi kesmiş, bağlarınızı koparmayı seçerek bulmuş olabilirsiniz. Her ne olursa olsun çocuktunuz ve hem fiziksel hem de duygusal olarak karşılanmayı bekleyen ihtiyaçlarınız vardı. Ancak bu noktada suçladığınız, affedemediğiniz, çocukluğunuzda yeterli sevgiyi vermediğini ve sizi yeterince sarmadığını düşündüğünüz ebeveyninize karşı öfkeli olma hissini devam ettirmek rahatsızlıktan başka birşey vermeyecektir. O öfke havuzunda çırpınmak yerine bu sefer ebeveyninize ne olduğunu, onun neler hissettiğini mümkünse sormaya, değilse düşünmeye ne dersiniz? Belki de ebeveyniniz de kendi anne babasından o beklediği sevgiyi, ilgiyi göremedi. İlgi göstermenin ne olduğunu öğrenemedi. Ebeveyniniz hiç öğrenemediği o eksikliği, bilmediği bir şeyi size nasıl verebilirdi ki? Psk. Duygu Çankaya ÇADIRCIOĞLU

  • Bir Kadın Ne İster?

    Hem erkeklerin hem de kadınların sıklıkla sorduğu bir soru olsa gerek bu. Bir kadın ne ister? Biraz gözlemlediklerim ve dinlediklerimden hareketle, “kadın milleti”nin erkeklerden ve diğer tüm insanlardan ne istediği, ne beklediği, ne umduğu üzerine bir yazı yazmak istedim. Bunu yaparken amacım, bir cinsiyet kimliği üzerinden hareket ederek milyarlarca insanı tekilleştirmek ve kadınları etiketlemek değil kesinlikle. Özellikle ülkemizde; anlaşılmamış, anlaşılmak için çaba harcanmamış, çoğunluk olmasına rağmen azınlık gibi ötekileştirilmiş kadınların ihtiyaçlarına ışık tutmaya çalışacağım. Bu işi yapmama sebep olan birkaç motivasyon kaynağım var. Kendi hayatını idame ettirebilen, güçlü hisseden ve etrafındaki kadın ve erkeklerden saygı gören azınlık diyebileceğim kadınlar bir yana, toplumumuzda sıklıkla karşılaştığımız, evden çıkamayan, kendini kolay ifade edemeyen, evde iş yaparken çalışmadığı düşünülen, maddi özgürlüğü olmayan, erkeğine bağımlılaştırılan, karar alma hakkı olmayan, ev içinde söz söyleme hakkı olmayan kadınların bu ülkenin en büyük ve üzücü gerçeklerinden birisi olması sanırım ilk nedenim. Öte yandan kadınları kullanmayı alışkanlık haline getirmiş ve bunun doğal olduğunu düşünen, ev işlerine kesinlikle el atmayan çünkü bunun sadece kadın işi olduğuna inanan, evlerindeki kadınları köle olarak görürken dışarıda başka kadınlarla birliktelik kurmayı evliliğin doğal bir parçası olarak gören, eşlerine dürüst olmayan, onların haklarına saygı göstermeyen bir sürü erkeği gözlemlemek de bir diğer nedenim. Tabi ki kadınların ihtiyaçlarını, ne istediklerini, ne umduklarını yazmak bir şeyleri değiştirmeyecek. Çünkü kadınların birçoğu dahi benimle aynı fikirde değil. Kullanıldıklarının, köleleştirildiklerinin, aldatıldıklarının farkında olmayan, farkında olsa dahi bunu normalmiş gibi kabul eden kadınların çoğunlukta olduğu bu ülkede, bir erkek olarak benim bir şeyleri farketmiş olmam ne kadar etkili olabilir ki. Yine de bu bahsettiğim kadınları kesinlikle suçlamıyorum. Zira bu sindirilmiş olmanın doğal sonucudur. Suçladığım şey erkek egemen zihniyetin kurduğu acımasız ama doğal gibi gözüken bu yıkıcı düzendir. Lafı daha fazla dolandırmadan, farkında olsun ya da olmasın, bir kadının neler istediğini, neler umduğunu, neler beklediğini bir liste halinde sıralayayım. Eksikler ve fazlalar elbet vardır. Buraya sadece erkek gözümle fark edebildiklerimi not alıyorum. 1) Bir kadın sevilmek ister. Sevildiğini hissetmek, sözcüklerle duymak, davranışlarla gözlemlemek ister. Önemli günlerde bir çiçekten ziyade, her gün değerli biri gibi hissetmek ister. Henüz çocukken değer görmemiş ve kıymet verilmemiş bazı kadınlar, büyüdüklerinde bunları istediklerini fark edemezler bile. Bazen gerçekten sevgi gördüklerinde bunun aslında istedikleri şey olduğunu anlarlar. 2) Bir kadın saygı görmek ister. Sözlerinin değeri olsun, insan yerine konsun, ev içinde oy hakkı olsun, alınan kararlarda kendisi de düşünülsün ister. 3) Bir kadın seçmek ister. Kaderine teslim olmayı değil, gideceği yola karar verebilmeyi ister. 4) Bir kadın sevmek ister. Birlikte olduğu erkeği sevmek, ona değer vermek ister. Erkeğin işi aslında oldukça kolaydır. Yeter ki eşinin ihtiyaçlarını anlasın. 5) Bir kadın anlaşılmak ister. Neler hissettiğinin fark edilmesini, nasıl olduğunun sorulmasını, duygularının hissedilmesini, ağladığında üzgün olduğunun görülmesini ister. 6) Bir kadın şefkat ister. Zor zamanlarında yanında olan bir erkek, seni anlıyorum diyen bir dil, sevgiyle okşayan bir el ister. 7) Bir kadın ifade edebilmeyi ister. Bastırılmadan, özgürce, söylemek istediklerini söylemeyi diler. Sonunda bağırılmak, şiddet görmek, sövülmek gibi korkulara kapılmadan “ben bunu istiyorum”, “ben bu şekilde mutlu olacağım.” diyebilmeyi ister. Kendi tarzını, kendi inancını, kendi fikirlerini sözleri ve davranımlarıyla sergileyebilmek ister. 8) Bir kadın kendisine karşı dürüst olunmasını ister. Aynı zamanda dürüst olabileceği, yaşadıklarını yalana ihtiyaç duymadan olduğu gibi anlatabileceği güvenli ve anlayışlı bir ortam ister. 9) Bir kadın romantik ilişkilerinde dahi önce arkadaş olabilmeyi ister. Her iki tarafın da kendini açtığı, zayıf yönlerini gösterebildiği, dertleşebildiği, toplumun “aa bu konuşulur mu ayıp denen bir şey var” dediği şeylerin konuşulabildiği, yakın bir arkadaşlık içeren romantik ilişkiler kurmak ister. 10) Bir kadın; duygusal olarak gelişmiş, içindeki çocukla başa çıkabilmeyi öğrenmiş, kendini ifade edebilen, kendi eksik yanlarını fark edebilen ve bunlarla korkusuzca savaşabilen, zayıf yönlerini başkaları üzerinde kurduğu baskıyla kapatmaya uğraşmayan, gerektiğinde olgun bir insan gibi davranabilen ve ilişkinin sorumluluğunu alabilen kişilerle birliktelik kurmak ister. 11) Bir kadın heyecan ister. Hayatın tadını arttıran, güzel anılar oluşturmak için fikirleri olan, bunun için çabalayan kişilerle olmak ister. Tabi ki her insanın farklı zevkleri vardır. Ancak burada kasıt edilen şey, sahip olunan ömrün güzelce değerlendirilmesi için, ilişki kurulan kişiyle iş birliği yapabilmek ve hayatı birlikte aktif yaşayabilmektir. Belki bu liste daha çok uzar gider. Tabi ki hiçbir kadın ve hiçbir erkek tam anlamıyla mükemmel olamaz. Aslolan, karşı tarafı daha iyi anlayabilmek, empati becerilerimizi geliştirebilmektir. Kadınların en büyük ve en insancıl ihtiyacı ise hayatta olmak ve hayatta kalmaktır. Daha bu ihtiyacı henüz anlayamamış erkeklerin olduğu bir ülkede, yukarıda bahsetmiş olduğum 11 ihtiyaç belki de biraz lüks gibi görülecektir. Dilerim ki, kadınların tüm bu ihtiyaçlarının anlaşılabileceği, insanların zorunluluktan değil, mutluluktan evleneceği ve bireylerin empati becerilerinin geliştiği günleri görelim. Bu tip sağlıklı ilişkiler ülkemize yayılsın ve toplum olarak çok daha güzel günlere kavuşalım. Son olarak şunu belirtmek istiyorum; yukarıda bahsetmiş olduğum maddelerin çoğu, aynı zamanda erkeklerin de ihtiyaç duyduğu şeylerdir. Bu nedenle başlangıçta eşitlik ilkesini benimsemiş birlikteliklerde, her iki tarafın da karşılıklı ihtiyaçları anlamaya çalışması, o ilişkinin sağlığını olumlu yönde etkileyecektir. İhtiyaçlarınızın en yakınınızdaki insanlar tarafından anlaşılacağı güzel günler dilerim. Psk. Malik Kubilay Çadırcıoğlu

  • Eş Seçiminde Geçmişin İzleri

    Eş Seçiminde Geçmişin İzleri Aşk, ihtiras, şefkat, sevgi, bağımlılık, mecburiyet, alışkanlık, tartışma, barışma, terk edilme, aldatılma, fedakar eş, ilgisiz eş, pişmanlık, değersizlik hissi, mutluluk, heyecan, hicran ve dahası… Tüm bu ifadeler size neyi çağrıştırıyor? Bu yazımızda bir kez daha romantik ilişkilerde eş seçimine eğileceğiz. Daha önce romantik ilişkilerde eş seçiminin nedenlerini, nasıllarını konuşmuş, bunu yaparken özellikle sosyal psikolojinin elde ettiği bilimsel verilerden faydalanmıştık (o yazıya buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz). Günümüzde eş seçimiyle ilgili yapılan tercihlerin bilimsel olarak açıklanması, henüz tatmin edici bir seviyede diyemeyiz. Aşinalık, yakınlık, çekicilik, kişilik-karakter ve benzerlik gibi faktörlerin eş seçiminde etkili olduğunu biliyoruz. Ama tüm bu farklı niteliklerin aralarında nasıl etkileşime geçtiğini ve sonuç olarak eş seçiminde nasıl bir rol aldığını henüz çözebilmiş değiliz. Ancak bilimin bize tam olarak açıklayamadığı eş seçimi mevzusunu aydınlatmak amacıyla farklı kuramlar geliştirimiş. Bu yazımda, ünlü psikolog Jeffrey Young’un tanımlamış olduğu şemalar(karakterimizle bütünleşmiş güçlü inançlar) üzerinden, eş seçiminin ilginç ve biraz da sorunlu yönlerini ele alacağım. Ele alacağım bu kuramsal yapı, bilimsel olarak incelenmesi zor olsa da, binlerce terapi seansı sonrası birikmiş gözlemlerle geliştirilmiş, mantığa dayalı ve insan fıtratına uygun bir yaklaşım sunuyor. Yazının sonunda, bazı bireylerin nasıl da bile isteğe kendilerini mutsuz edecek eşler seçtiğini, bu bireylerin kendilerine yönelik olumsuz algılarını ilelebet yaşatmak için nasıl da uygun olmayan ilişkilere girdiğini, doğru eş seçimi için nelere dikkat edilmesi gerektiğini bu kuram sınırları içerisinde görmüş olacaksınız. “Kızlar, babalarına benzeyen erkeklere aşık olur!” “Erkekler, annelerine benzeyen kadınlardan hoşlanır!” Bu cümleler, halk arasında sıkça kabul edildiğini gördüğümüz düşünceleri içeriyor aslında. Yapılan bazı çalışmalar bunun bir miktar doğru olduğunu da gösteriyor. Bazı evrimciler, dünyaya ilk gelindiğinde karşılaşılan kişinin, yetişkinlik hayatı için de bir örnek sunduğunu ve ebeveyn ile benzer özelliklere sahip bir eşin seçilmesinin anlaşılabileceğini söylüyor. Diğer yandan psikanalitik kurama göre Ödipus ve Elektra Kompleksi olarak adlandırılan, çocuğun karşı cins ebeveyne yakın hissetmesi ve bunun ilerleyen yıllarda anne ya da babaya benzeyen bir partnerle birliktelik kurmak ile sonuçlanması da bu duruma getirilen farklı bir açıklama. Şema Terapi Modeli ise, bundan farklı olarak şunu ifade ediyor; bireyler yetişkin hallerinde, çocukluk yıllarından gelen şemalarını (kendi benliklerine ve dış dünyaya yönelik derin inançlarını) sürdürebilmek ve iyi ya da kötü de olsa aşina oldukları benlik ve dünya algılarını koruyabilmek adına, çocukluktaki yaşantılarına benzer yaşantıları deneyimleyebilecekleri ilişkiler kurma eğiliminde olurlar. İnançlarımızın şekillendiği, öz algımızın oluştuğu dönemin, anne ve babamızla birlikte olduğumuz döneme denk geliyor olması, aslında bazı bireylerin neden anne ya da babasına benzer partnerler seçebileceğini biraz daha açıklıyor. Şema nedir? Şemalar, çocukluğumuzda şekillenen ve yaşam boyunca peşimizi bırakmayan, aile içi ya da akranlarla etkileşim sonucu oluşmuş inanç kalıplarıdır. Terk edilmek, eleştirilmek, aşırı korunmak, istismar edilmek, yok sayılmak ya da yoksun bırakılmak gibi zarar verici çocukluk yaşantılarına maruz kalındığında, istenmeyen, olumsuz şemalar ortaya çıkabilirler. Ortaya çıkan bu olumsuz şemalar, hayatı boyunca bireyin bir parçası olur ve birey, yetişkin hayatında da çocukluğunda yaşadığı o tatsız anıların benzerlerini üretmek için bilinç dışı bir çaba gösterir. Bir şekilde çocukluğunda deneyimlediklerini, yetişkin hayatında da deneyimlemek için uygun ortamı oluşturur. Örnek vermek gerekirse; çocukken ebeveynleri tarafından aşırı kontrol edilen bir kişi, yetişkin hayatında da muhtemelen çok kontrol edilen biri olacaktır ve bunun olması için kendisini kontrol etmek isteyecek kişilikteki insanlarla ilişki kuracaktır. İstismara uğramış bir çocuk (cinsel-fiziksel-duygusal) yine benzer bir şekilde istismara uğrayabileceği ilişkilerin içine girmek isteyebilir ve çocuklukta edindiği kimliği bilinçsizce korumaya çalışabilir. Anlayacağınız o ki, hayatta bizi acıtan, yıkan her ne varsa, ilginç bir şekilde bunu sürdürmek istiyoruz. Bunu değiştirmeye çabalamak yerine, pekiştirilmesi ve hayatımızdaki yerinin sağlamlaşması için çaba sarfediyoruz. Peki neden? Şema modeli üzerinden hareket edersek şunu söylemek mümkün: Şemalar benlik anlayışımızın merkezinde yer alırlar. Şemaya olan inancımızdan vazgeçmek, onun doğru olamayabileceğini görmek, kim olduğumuzu ve dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmenin verdiği güvenden de vazgeçmek anlamına gelir. Bu yüzden canımız ne kadar yansa da, çocukluğumuzdan yetişkinliğe taşıdığımız bu şemaları bir şekilde yaşatmak isteriz. Bu bize daha konforlu, güvenli bir dünya sunar. Aslında fark etmediğimiz bir şekilde çektiğimiz en büyük acıların kaynağını yaşatıyor olsak da… Şema Terapi Modeli’nin kurucusu Young’a göre en sık rastlanan şemalar şunlar; Terk Edilme Şeması: Sevdiğiniz insanların sizi her zaman terk edeceğine dair inancı içerir. Güvensizlik ve kötüye kullanma şeması: İnsanların sizi inciteceğini ya da size zarar vereceklerine dair beklentiler geliştirmenize neden olur. Dayanıksızlık: Dünyanın çok tehlikeli bir yer olduğu inancının ortaya çıkmasına ve dolaylı olarak bireyin kendisini güvensizlik içinde hissetmesine neden olur. Bağımlılık: Hayatınızı başkalarının yardımı olmadan sürdüremeyeceğiniz inancına sahip olmanıza neden olur. Duygusal yoksunluk: Sevilme ihtiyacının başkaları tarafından karşılanamayacağı inancıdır. Sosyal izolasyon: Kendinizi diğer tüm insanlardan farklı hissetmenizin kökeninde bu şema vardır. Kusurluluk: Kendinizi sevilmeyecek, değersiz biri olarak algılamanızın altında bu şema yatar. Başarısızlık: Yetersizlik inancını barındırır. Boyun Eğicilik: Bu şemaya sahip bireyler kendi ihtiyaçlarını görmezden gelerek başkalarını memnun etmek için çabalarlar. Başkalarının kendilerini kontrol etmelerine izin verirler. Yüksek Standartlar: Bu şemaya sahip kişiler, kendileri için aşırı yüksek standartlar belirleyip, bu standartlara ulaşmak uğruna aşırı bir şekilde yıpranabilirler. Haklılık: Bireyin her zaman haklı olduğuna dair bir inancı besleyen şemadır. Bu şemaya sahip bireyler kendilerini ayrıcalıklı hissederler ve başkaların ihtiyaçlarını anlamakta zorlanırlar. Tüm bu şemalar, farklı hikayelerle ortaya çıkar. Ailesi tarafından terk edilen bir çocuk terk edilme şeması, aşırı konunan ve dünyanın çok güvensiz olduğu öğretilen bir çocuk dayanıksızlık şeması, çocukken akranları tarafından dışlanan bir çocuk sosyal izolasyon şeması, aile üyelerinin kendi bencil ihtiyaçları için kullandığı çocuklar boyun eğicilik şeması, her hareketine göz yumulan, aşırı şımartılan çocuklar haklılık şeması geliştirebilir. Tüm bu şemalar, kuracağımız ilişkileri nasıl etkiliyor? Bir insanı romantik etkileşime sürükleyen en önemli kavramlardan bir tanesi, iki kişi arasındaki “kimya”dır. Kimya; aşk’ın arkadaşlık bileşeninden daha ziyade, tutku bileşenini ifade eder. Kimya yoğun bir şekilde hissedildiğinde, partnerler birbirlerini idealize ederler ve birbirleri için yaratıldıklarını düşünme eğiliminde olurlar. Kimya yoğun olduğunda, ayrılık ya da partnerin uzakta oluşu, duyguların güçlenmesine hizmet eder. Diğer yandan duygusal ve fiziksel yakınlık, cinsel uyarılmaya yön vermektedir. Kimya belirli bir dereceye kadar sağlıklı bir ilişkinin yürütülmesi için yararlı bir kavram olarak ele alınsa da, genellikle partnerlerden en az birinin temel şemalarının tetiklenmesinden kaynaklandığı için ilişkilerde ciddi sorunlar da oluşturabilir. İnsanlar genellikle şemalarından tetiklenen kimya vasıtasıyla yoğun ve derin ilişkilere girme eğilimindedir. Bu şemalar bireye zarar verici örüntüleri sürdürecek nitelikteyse hem birey hem de ilişki için sağlıksız sonuçlar ortaya çıkacaktır. Kimyayı neyin oluşturduğuna dair net bir bilgi olmamasına rağmen, psikologlar klinik deneyimlere dayanarak, bireylere neyin çekici geldiğine yönelik fikirler geliştirmiştir. Buna göre genellikle kişilerin geçmiş duygularını, tanıdık hissettiği deneyimleri yeniden yaşatan ilişkilerde daha fazla kimya hissedilir. Buna bağlı olarak birçok insanın alışkın ve aşina olduğu kendilik ve dünya algısını pekiştiren ilişkiler seçtiğini söyleyebiliriz. Örneğin; memnun edici bir karakteriniz varsa (boyun eğicilik şeması), sizi baskılayacak, kendi ihtiyaçlarını ön plana alarak sizi kötüye kullanacak bir partner seçme olasılığınız fazla olacaktır. Bu şemaya sahip bireylerin, memnun edici yapılarını sürdürmeye gayret ettikleri halde aslında memnun olmayan bir eş, arkadaş veya ebeveynle karşılaşma olasılıkları da oldukça yüksektir. Bu örüntünün devam etmesiyle hem kendilerini değersiz ve başarısız hissederler, hem de insanların hiçbir zaman kadirşinas olmadığı ve olmayacağı yönündeki inançları pekişir. Sonuç olarak dünya yine bildikleri gibi, acı dolu ve zalim bir dünyadır, ama bu, o kişilerin konfor alanı içerisindedir ve bu şekilde kendilerini daha güvende hissederler. Bu nedenle değişim için adım atmak hiç kolay olmaz. İlişkilerde partnerlerin yaklaşımları birbirlerinin şemalarını tetikleyebilir. Yukarıda verdiğim örnekte, boyun eğicilik şeması olan birey, partner olarak haklılık şeması olan, ya da kusurluluk şeması olan birini seçebilir. Seçilen partner agresif, talepkar ve büyüklenmeci davranarak ve memnun edici eşten her zaman istediğini alarak altta yatan kusurluluk şemasını sağlıksız bir şekilde gizleyebilir (yine de bu durum kusurluluk hissini onarmaz). Diğer bir durumda partner haklılık şemasına sahip ise, memnun edici eşe karşı hep üstün ve haklı konumda yer alarak kendi sağlıksız şemasını pekiştirebilir. Tüm bu karmaşık bileşenlerin, farklı formüllerle bir araya gelerek eş seçiminde oldukça etkili olduğu düşünülüyor. Yaşanan bir ilişki içerisinde her iki taraf da mutlu ve memnun ise, ilişkideki problem niteliğindeki durumlar gözden kaçabilir, ya da ele alınmak zorunda olmayabilir. Ancak bazı sorunlu ilişkilerde, sağlıksız benlik ve dünya algıları olan bireylerin birbirlerine karşı büyük zorluklar yaşattığını, her iki tarafın da memnun olmayan bir şekilde ilişkiyi sürdürdüğünü ancak yine de değişim için bir çaba sarfetmediğini gözlemleyebiliyoruz. Sorunlu çift kombinasyonlarına birkaç örnek vereyim; -Çocukluğunda şiddete maruz kalan bir kadın, çocukken şiddete maruz kalan bir adam. Her ikisinde de güvensizlik ve kötüye kullanma şeması gelişmiş. Ancak şemayla başa çıkma yolları farklı. Kadın teslim olurken, adam telafi davranışı sergiliyor. Sonuç olarak adamın kadına düzenli olarak şiddet uyguladığı bir ilişki söz konusu. Ancak her ikisi de şemasını besleyen bir düzene sahip olduğu için bu durumu değiştirmek için çaba sarfetmiyorlar. -Adam çocukluğunda hep eleştirilmiş. Ailesinden sevgiyi açık ve net bir şekilde görmemiş. Güçlü yönleri takdir edilmemiş. Eksik yönlerine odaklanılmış. Diğer kardeşleri takdir edilirken, ona kardeşleri örnek gösterilmiş. Sonuç olarak kusurluluk şeması gelişmiş. Kendini kusurlu ve değersiz biri olarak algılamaya başlamış. Bunun sonucunda sahip olduğu mizacın da etkisiyle önünde birkaç seçenek var; ya şemasına boyun eğecek ve kendisini kusurlu hissettiren baskın bir kadınla birliktelik kuracak, ya da kusurluluğunu örtebileceği, kendisine boyun eğecek bir kadınla. Örnekler aşırı gözükebilir. Ancak düşük dozda benzer şema etkileşimleriyle gelişen birçok ilişki olduğunu belirtebiliriz. İlişki içerisinde her iki tarafın sağlıklı yönleri fazlaysa, ortaya çıkan çatışmalar da sağlıklı bir şekilde çözülebilecektir. Eş tercihininde nelere dikkat etmeliyiz? Şema terapi modeli bu konuda belli bir noktaya kadar önerilerde bulunabiliyor. Jeffrey Young ve diğer şematerapistler, şemalarımızı tetiklemeyen, eksik yönümüzü tamamlayan, çocukluğumuzda sahip olmadığımız ebeveyn modelinin eksikliğini giderebilecek bir partner bulmamız yönünde tavsiyede bulunuyor. Çocukken istismara uğramış bir bireyin, kendisini koruyacak, şefkat gösterecek bir partner bulması; hep eleştirilen, kendini yetersiz hisseden birinin, değer veren, güçlü yönleri görebilen bir partnerle birliktelik kurması; boyun eğici bir şeması olan, memnun edici bir kişinin, kendisine eşitlikçi davranan, her iki tarafın da ihtiyaçlarını gözeten, adil ve anlayışlı bir eş edinmesi gibi örnekler, şemalarımızı da dikkate alarak nasıl ilişkilere girebileceğimiz konusunda bize yardımcı olabilir. Okurken çok kolay ve mantıklıymış gibi gelebilir ama bunu başarmak oldukça zordur. Boyun eğici bir birey, kendisine değer verecek, şefkatli ve eşitlikçi bir partner adayının çıkma teklifini reddebilir. Terk edilme şeması olan bir birey, kendisini mutlu etmek isteyen, onunla ciddi ve güzel bir birliktelik kuracak kişiden uzak kalmaya çalışabilir. Bunun nedeni az önce bahsetmiş olduğum “kimya” kavramının, bu ilişki modellerinde başlangıçta ortaya çıkmayacak olmasıdır. Serseri mi yoksa Efendi mi? sorusuna pratikte “serseri” yanıtının verilmesinin nedeni, bireylerin aktif sağlıksız şemaları aracılığıyla “serseri” ruhlu kişilere karşı bir kimya geliştiriyor olması diyebiliriz. Bu yazıyı okuyan bazı kişiler benim zaten bir ilişkim var, ben zaten evliyim diyebilirler. Onlara tabi ki boşanın ve yeni bir eş bulun demiyorum. Her ilişkinin sorunları vardır. Bu sorunları çözmeye çalışırken bu modelin önerdiklerinden yardım alabilirsiniz. Şemalarınızı fark edip, onları aşmak için çalışmaya başlayabilirsiniz. Bu hem kendinizi, hem de ilişkinizi geliştirebilir. Aile içi değişimler sancılı ve tartışmalı olabilir. Ancak süreç yapıcı sürdürülürse sonunda her iki tarafın da memnun kaldığı ve daha mutlu olduğu aile içi örüntülere sahip olmak çok yaygın ve beklenen bir durumdur.  Aşağıda vermiş olduğum kaynaklar, daha ayrıntılı bilgiler edinmek ve kendinizle ilgili farkındalığınızı arttırmak için size yardımcı olacaktır. Okuduğunuz için teşekkür eder, mutlu günler dilerim. Psk. Malik Kubilay Çadırcıoğlu Kanyakça: Rafaeli, E., Bernstein, D. P., & Young, J. E. (2012). Şema Terapi ayırıcı özellikler. M. Şaşıoğlu, Çev.). İstanbul: Psikonet Yayınları. Ruh sağlığı uzmanları içindir. Young, J. E., & Klosko, J. S. (2013). Hayati yeniden kesfedin. Bilissel ve Davranisçi Terapiler Serisi-5 [Rediscovering life: Cognitive and behavioral therapies series-5](3rd ed.). Istanbul, Turkey: Psikonet Yayinlari. Kendine yardım kitabıdır.

  • Özgüven Serisi: Çocuk ve Yetişkinlerde Düşük Özgüvenin Sebepleri

    Özgüven konusuna değineceğim bu yazı serisinde, birçok insan tarafından zaman zaman sorun olarak görülen ve eksikliğinden şikâyet edilen bu kavramı bütün hatlarıyla ele almayı hedefliyorum. Özgüven konusunu ele alma sebeplerimi ise; kendini özgüvenli olarak tanımlayan bireylerin dahi ilgisini çekebilecek olması, hepimizin zaman zaman benzer kaygıları yaşıyor olması, aslında bu konunun korkulduğu kadar aşılamaz bir durum olmaması ve üzerinde çalışılarak geliştirilebileceğinin bilinmesi şeklinde sayabilirim. Tabi ki düşük özgüven problemini hızlı bir şekilde aşmak ve bir anda yüksek bir özgüvene sahip olmak pek de mümkün değil. Aslında özgüven, gelişimsel bir kavramdır ve bir sürecin eseridir. Zamanla şekillendiği gibi zamanla da gelişir. Bu konuda önemli diyebileceğimiz noktaların başında, özgüven hakkında yeterli bilgiye sahip olmak ve ona yönelik farkındalık kazanmak geliyor. Bu yazıda özgüvenin tanımı ve düşük özgüvenin bireylerde nasıl geliştiği konuları üzerine odaklanacağız. Özgüven; benliğimizle ilgili sahip olduğumuz fikirler, kendimize yönelik yargılarımız ve aslında kendi değerimizin öznel değerlendirilmesi olarak tanımlanabilir. Düşük özgüven ise kendimize verdiğimiz değerin az olması, sahip olduğumuz değeri küçümsememiz veya kendimize yönelik yargılarımızın olumsuz yönde gelişmesi sonucu ortaya çıkar. Kısaca açıklamak gerekirse; düşük özgüven kendimizle ilgili olumsuz düşüncelerden kaynaklanmaktadır. Bazı bireylerde bu olumsuz düşünceler sadece belli olaylar karşısında ve kısa süreli olarak gün yüzüne çıkar. Bu kişilerin kendi yöntemleriyle düşüncelerini düzenlemesi görece kolaydır. Bazılarımız için ise kendinden emin olamama durumu ve özeleştiri yaşamsal tecrübelerin birçoğunda tetiklenir ve öze yönelik işlevsiz ve olumsuz düşünceler yoluyla düşük özgüven süreklilik kazanabilir. Yaşam boyu karşılaştığımız her nesneye veya olaya karşı iyi veya kötü bir düşünce geliştiririz. Mesela; Son izlediğiniz film sizce nasıldı? Beğendiniz mi? İyi veya kötü bir film miydi? Filmle ilgili yorumları okuduktan sonra fikrinizin değiştiği oldu mu? Aslında hoşlanmadığınız bir insanla sonradan yakın arkadaş olduğunuz oldu mu peki? Tanımadan önce o kişiyle ilgili düşünceleriniz nelerdi? ‘Dünyanın en kötü insanı, o hiçbir şeyden anlamaz?’ ‘Bu kadar da anlayışsızlık olur mu canım?!’ Bu kadar keskin cümlelerle olmasa da birileri için benzer düşünceler aklınızdan mutlaka geçmiştir. Peki tanıdıktan sonra o kişiyle ilgili düşünceleriniz neler oldu? ‘Aslında o kadar da kötü değilmiş.’ ‘Düşündüğüm gibi değilmiş, ben yanılmışım.' Bu konuda bu kadar üstelememin ve bu soruları sormamın sebebi, özgüveni tanımlarken özgüvenin kendimizle ilgili geliştirmiş olduğumuz düşüncelere bağlı olarak şekillendiğini söylemiş olmamız. Yani yukarıdaki örneklere benzer şekilde, başkalarına yönelik düşüncelerimizle ilgili yanlış noktalar nasıl zamanla ortaya çıkıyor ve bu düşünceleri değiştirmenin yolu açılıyor ise kendimizle ilgili düşüncelerimiz de hatalı bir şekilde oluşabilir, benliğimizi tanımlayan içsel ifadelerimiz önyargılarımızla şekillenmiş olabilir ve aslında bu düşünceler değişebilir. Düşüncelerimiz her zaman doğru değildir. Düşüncelerimiz önyargılı olabilir. Düşüncelerimiz değişebilir. Peki kendimizle ilgili olumsuz düşüncelerimiz, kendimizle ilgili gerçekçi olmayan yıkıcı yargılarımız, yani aslında düşük özgüven nasıl ortaya çıkar? Yaşam boyunca edinilen deneyimler bireylerin kendilerine ve çevrelerine yönelik bir bakış açısı geliştirmesini sağlar. Doğumdan itibaren insan hayatının bir parçası olan bu deneyimler, bazen ebeveyn, akran, eş gibi hayatımızın merkezindeki kişilerin söz ya da davranışları ile bazen ise deneyim sonrası ortaya çıkan başarı ya da kayıp gibi sonuçlar aracılığıyla olumlu ya da olumsuz olarak anlamlandırılır. Bu anlamlandırmalar, benliğimizi etkiler ve kendimiz hakkında yargılar geliştirmemize neden olur. Çocukluk çağında olumlu davranışları yeterince desteklenmemiş ve pekiştirilmemiş, istenmeyen davranışları ise sürekli cezalandırılmış ve yanlış şekilde ele alınmış kişilerin kendilerine yönelik algıları büyük ihtimal olumsuz ve özgüvenleri diğerlerine göre daha düşük olacaktır. Çünkü bu kişiler kendileriyle ilgili olarak hayatta bir şeyleri iyi yapabildiklerine dair algılarını geliştirememiş ve genel olarak yanlış, başarısız, istenmeyen davranışları üzerinden değerlendirilmişlerdir. Dr. Melanie Fennel (2018) tarafından düşük özgüvenin ortaya çıkmasına sebep olabilecek yaşam tecrübeleri maddeler halinde belirtilmiştir. Bunlar; - Düzenli Ceza, İhmal ya da Kötüye Kullanılma: Yaşamın erken dönemlerinde anlam verilemeyen cezalara maruz kalma, ihmal edilme, şiddete maruz kalma gibi durumlar o dönemdeki bir çocuk için anlayabileceğinden fazlasıdır. Çocuklar genellikle ebeveynleri tarafından sergilenen farklı davranış örüntülerini (ödül, ceza, ima, mimik vb.), kendi davranışlarına bağlayabilir ve karşılaştıkları uygun olmayan davranış örüntülerini bir şekilde hak ettiklerini düşünebilirler. Bunun sonucunda da kendilerine bakışları olumsuz yönde etkilenir. ‘Bunlara maruz kalıyorsam hak ediyorum demektir. Hak ediyorsam kötü, değersiz biriyim.’ - Ebeveyn Beklentilerini Karşılayamama: Yaşamın erken dönemlerindeki tecrübelerin tamamen kötü olması gerekmez ancak yine de ebeveynlerin, çocuklarının yaptığı şeyleri değersiz ve yetersiz gibi görmeleri ve aslında çocukların iyi şeyler yapmalarına rağmen olumsuz özelliklerine odaklanmaları onların kendileriyle ilgili temelde ‘yanlış’ olduklarını ve yeterince iyi olmadıklarını düşünmelerine sebep olabilir. - Akran Grubunun Beklentilerini Karşılayamama: Özellikle ergenlik döneminde bireyler akranları tarafından beğenilmeme, alay edilme, aşağılanma gibi zorlayıcı deneyimlere (akran zorbalığı) maruz kalabilir, fiziksel, ekonomik durum gibi özelliklerde kendilerini arkadaşlarıyla kıyaslama eğilimine girebilirler. Bireyler bu aşağılanma, alay edilme gibi durumlar sonrasında kendilerini eksik, yanlış hissedebilir. - Başkalarının Stres ve Üzüntüsüne Maruz Kalma: Ebeveynler stres ve öfkeli olduğu dönemlerde (bu bir iş değişikliği, yeni bir kardeşin olması, taşınma olabilir), çocuğun normalde tolere edilebilecek ve anlayış gösterilebilecek davranışlarını anlayışla karşılayamayabilirler. Karşılaştıkları tepkilere anlam veremeyen çocuklar ‘problemin’ kendilerinde olduğu ve davranışlarının kabul edilemez olduğu düşüncelerine kapılabilir. - Ailenin Toplumdaki Yeri: Maddi problemler, tutarsız ilişkiler ve bireylerin içinde bulunduğu ailenin toplum tarafından dışlanması, kabul edilmemesi, aile üyelerinin kendilerini şiddetle ifade etmesi, çocuğun utanç hissetmesine ve düşük özgüvene sahip olmasına sebep olabilir. - İyi Şeylerden Mahrum Kalma: Yaşamın erken dönemlerindeki başarıların yeterince motive edilmemesi ve desteklenmemesi, sevgi ve özeni gösteren temas ve ilgiden mahrum kalma ya da ailenin ilgi göstermeyi bilmemesi bireylerin yeterli olduğuna dair açık ve net bir onay alamamasına ve kendilerini yetersiz, değersiz hissetmelerine sebep olabilir. - Evde Dışlanan Olma: Bir çocuk, belli bir alanda (akademik, sportif vb.) başarılı kardeşler, kuzenler arasında kaldığında, farklı alanlarda başarılı olsa dahi, bu başarılar aile ya da akranlar tarafından çok önemsenmediğinde ve kardeşleriyle ya da kuzenleriyle arasındaki farklılığa fazlaca odaklanıldığında, kendini diğerlerinden farklı, başarısız ve daha aşağı hissedebilir. Bu gibi durumlar uzun vadede özgüvenin gelişmesini engelleyebilir. - Okulda Dışlanan Olma: Okulda da farklı olmak/hissetmek bireylerin kendisini diğerlerinden aşağı ve yetersiz algılamasına sebep olabilir. Tabi ki yaşamın erken dönemlerinde, bahsedilen bu durumları yaşayan herkesin düşük özgüven geliştireceği anlamını çıkaramayız. Bahsedilen durumlar bireylerin kendilerine yönelik düşüncelerini ve tutumlarını etkileyebilmektedir. Aynı zamanda çocukluk döneminde herhangi bir olumsuz tutuma maruz kalmayan ve sağlıklı yetişen bir çocuk da yaşamının ilerleyen dönemlerinde kendisini etkileyen bir olay ya da olay örüntüsü sonrasında hayatın belli alanlarında düşük özgüven geliştirebilir. Bu noktada her birey farklı deneyimlerden geçerek benliğine yönelik düşünceler ve inançlar oluşturur. Bu düşünce ve inançlar, bireyin kendisini ne kadar değerli gördüğünü, kendine olan inancını, öz sevgisini ve özüne olan güvenini belirler. Düşük özgüven yaşamın erken dönemlerindeki tecrübeler sonucunda ortaya çıkabildiği gibi yetişkin hayatındaki tecrübeler sonucunda da ortaya çıkabilir. Bu noktada kendimizi öfkeli, kaygılı, suçlu, utanmış, gergin hissettiğimizde ve ortamdan uzaklaşmak istediğimizde kendimizle ilgili olumsuz düşüncelerin aktif hale geçmiş olduğunu fark edebiliriz. Bu yazıyı düşük özgüvenin kaynağını biraz daha yakından tanımak ve bu konuda kendimizle ilgili farkındalık kazanmak amacıyla hazırladım. Özgüven serisinin bir sonraki yazısında istenmemesine rağmen düşük özgüven neden sürdürülür sorusu üzerine odaklanacağız. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere! Psk. Duygu ÇANKAYA ÇADIRCIOĞLU Kaynak: Fennell, M. (2018) Özgüveni Keşfedin. Bilişsel Davranışçı Terapiler Serisi #özgüven #kendineyardım #çocuklardaözgüven #özgüvengelişimi #düşüközgüven #özgüvensizlik

  • Anksiyete ve Panik Atak ile Başa Çıkmak

    Geçtiğimiz 4-5 ay içerisinde şüphesiz ki hayatımızın baş rolünde bir virüs vardı. Bu virüs görmediğimiz duymadığımız ve hakkında bolca belirsizlik olan ancak etkisini üst seviyede hissettiğimiz, hayatlarımız, sağlığımız için tehlike oluşturan bir uyarıcıydı. Kimi insanlar “aman ya bana bir şey olmaz” diyebilecek kadar sağlıksız bir biçimde rahat iken kimisi alması gereken önlemleri alıp hayatına yeni kurallar çerçevesinde olması gerektiği gibi devam edebiliyordu. Kimi insanlar haklı olarak ailesindeki yaşlılar için ya da kronik rahatsızlıklarından dolayı kendi sağlığı için endişeleniyordu ama yine de bu grubun bir kısmı koronavirüs ile ruh sağlığını koruyacak şekilde başa çıkmanın yapıcı yollarını bulmuştu. Kimisi ise sağlık sorunu olsun ya da olmasın gerçek dışı bir yoğunlukla, kendi sağlığı ya da yakınlarının sağlığı hakkında aşırı düzeyde kaygılanmaya başlamış, takıntılar geliştirmiş, günlük rutinlerini aksatır hale gelmiş ya da bir birey olarak eski işlevselliğini kaybetmişti diyebiliriz. Bu yazımız kaygılanmaya ve panik belirtileri göstermeye biraz daha yatkın olan danışanlarımız için yazıldı. Çünkü biliyoruz ki koronavirüsle psikolojik mücadele konusunda en çok zorlanan bireyler bu kişiler oldular. Açıklayamadıkları bir şekilde sağlıklarından endişe etmeye, gerçek dışı yorucu rutinler geliştirmeye, uykuya dalmakta zorluk yaşamaya, ev dışı ortamlardan çekinmeye, ellerini gereğinden fazla yıkamaya başladılar. Nihayetinde belki sağlıklarını diğer birçok bireyden daha fazla koruyabildiler. Ancak kaybettikleri küçümsenmeyecek bir şey vardı; huzur! Koronavirüs gibi global bir salgından etkilenmiş olmak için tabi ki psikiyatrik bir tanı almış olmak gerekmiyor. Bu salgın hepimizi kendi sınırlarımız içinde azami boyutta etkiledi. Ancak kaygı bozuklukları (anksiyete, panik atak, agorafobi) ve OKB gibi bazı ruhsal sorunlara yatkınlığı olan bireylerin içinde bulunduğumuz süreçte daha fazla ve negatif yönde etkilendiğini söyleyebiliriz. Salgının söz konusu olmadığı zamanlarda dahi endişeli bir yapıya sahip olan, temizlikle, sağlıkla ilgili takıntıları olan kişilerde pandemi sürecinde duygularda ve davranışlarda değişim ya da aşırıya kaçma gözlemlemek çok da beklenmedik bir durum değil. Bu yazıda anksiyete ve panik bozuklukları hakkında biraz konuşacak, bu kavramları biraz tartışacak ve bu tür sorunlardan mustarip kişiler için tavsiyelere yer vereceğiz. Öncesinde anksiyete bozukluğu ve panik bozukluk hakkında biraz bilgi vermek iyi olabilir. Bunlar, aslında birbirine çok yakın olarak gözüken, fiziksel semptomlarla ayırt etmesi her zaman kolay olmayan ancak duygusal semptomlar açısından farklılıklar gösteren iki kaygı bozukluğudur. Anksiyetede endişe, kaygı, sıkıntı, huzursuzluk, korku gibi duygular ön plandayken, panik atakta korku, ölüm korkusu, kontrolden çıkma korkusu, dünyadan ya da kendinden kopma hissi gibi duygular gözlemlenmektedir. Her ikisinde de kalp atışında hızlanma, göğüs ağrısı, nefes darlığı, boğuluyormuş gibi hissetme, ağızda kuruluk, terleme, titreme, sıcak basması, karıncalanma, uyuşma, mide rahatsızlığı, baş ağrısı, baş dönmesi gibi fiziksel belirtiler gözlemlenebilir. Ancak panik atak genellikle daha şiddetli semptomlarla, beklenmedik ve ani bir şekilde ortaya çıkarken, anksiyete daha yaygın ve kademeli semptomlar içerir. Tabi her ikisini aynı anda yaşamak da mümkündür. Örneğin önemli bir iş görüşmesine katılacaksınızdır ve bu nedenle anksiyete yaşıyorsunuzdur. Görüşme anı gelip çattığında bu anksiyete, panik atak ile sonuçlanabilir. Anksiyete ve panik atakta belirtilerin ortaya çıkış nedenini aslında evrimsel olarak basitçe açıklayabiliriz. İnsan ırkı olarak hayatta kalabilmek ve neslimizin devamını sağlayabilmek için tehlikeli bir uyarıcıyla karşılaştığımızda korkmamız ve kaygılanmamız gerekir. Hissettiğimiz bu korku ve kaygı kalp atışımızı hızlandırır, kan basıncımızı arttırır. Gerekirse kaçmak ya da savaşmak için ihtiyaç duyduğumuz enerjinin aniden yüklenmesini sağlar. Kaçmak, savaşmak ya da donup kalmak gibi 3 temel tepkiyi korku ve kaygı ya da panik sayesinde verebiliriz. Bu nedenle kaygılanmak bizim doğamızda olan ve neslimizin devamını sağlayan oldukça önemli ve yeri geldiğinde sağlıklı bir duygudur. Genel olarak değerlendirdiğimizde, akut stres ve kaygı oldukça anlaşılabilir ve doğamızın bir parçası olarak değerlendirilebilir ancak kronik bir anksiyete ve panik atak rahatsızlığı hayatımızı zorlaştırır, bize huzursuz hissettirir ve günlük işlevselliğimizi bozar. Anksiyete ve panik atağın altında yatan nedenler her birey için farklılaşabilir. Ancak genel olarak değerlendirmek gerekirse dışsal uyarıcıların hatalı yorumlanması, tehlikenin olduğundan daha büyük görülmesi, geçmiş deneyimlere bağlı olarak bazı uyarıcıların korku verici algılanması, sergilenen fiziksel belirtilerin sağlığı olumsuz etkileyeceğine dair hatalı inançlar, kişinin benliği için hatalı yorumlar yapması gibi nedenler anksiyete veya panik atağa neden olabilir. Bu nedenle anksiyete ve panik bozukluk gibi rahatsızlıklarda modern terapi yaklaşımları sahip olunan inanca odaklanır ve mantıksız düşüncelerin ortadan kaldırılarak yerlerine alternatif ve işlevsel düşüncelerin yerleştirilmesi hedeflenir. Bunu bilmek kaygı bozukluğu yaşayan bireyler için önemlidir, çünkü yaşadığınız sorunun düşünce sisteminizdeki hatalardan kaynaklandığını fark ederseniz, bunları değiştirmek için harekete geçme olasılığınız artacaktır. Terapi almak dışında anksiyete ve panik atak belirtileriyle mücadele edebilmek için neler yapabilirsiniz? 1) Derin nefes egzersizleri uygulayın. Bu egzersizleri farklı yollarla yapmak mümkün. En basit haliyle burnunuzdan nefes alarak 5’e kadar sayın. Birkaç saniye nefesinizi tutun ve sonra 7’ye kadar sayarak nefesinizi ağız yoluyla serbest bırakın. Vermiş olduğum bu zaman aralıklarını kendinize göre farklı şekilde uyarlayabilirsiniz. 2) Panik anlarında kalp krizi ya da sağlığınızla ilgili farklı bir sorun yaşadığınıza dair bir düşünceye kapılıyorsanız bu içinde bulunduğunuz durumu daha da güçleştirebilir. Bu nedenle yaşadığınız şeyin panik atak olduğunu fark edin ve sadece panik atak semptomlarını ortadan kaldırmaya odaklanın. 3) Kalabalık veya sizi görsel olarak rahatsız eden, geren bir ortamdaysanız gözlerinizi kapatarak nefesinize odaklanmak size yardımcı olabilir. 4) Mindfulness gibi meditasyon tekniklerini öğrenmiş olmak kriz anında size yardımcı olur. Burada önemli olan nokta şu ki, bu etkinlikleri yalnızca kriz anında uygulamak fayda göstermeyebilir. Kendinizi iyi hissettiğiniz zamanlarda bol bol tekrar ve pratik yaparak, kriz anında nasıl bir tepki verebileceğinizi önceden belirlemiş ve kendinizi hazırlamış olmanız gerekir. Mindfulness tekniklerinin amacı dikkatinizi toparlamak ve sizi anksiyeteye veya panik atağa sürükleyen düşüncelerle aranıza mesafe koyabilmektir. Dikkatinizi farklı uyarıcılara kaydırmayı başardığınız anda, yaşamış olduğunuz atağın azalmaması için hiçbir neden yoktur. 5) Bazı kişiler için sadece tek bir nesneye odaklanmak da yardımcı olabilmektedir. Anksiyete ya da panik atak anında etrafınızda gördüğünüz bir nesneye odaklanıp ona dokunabilir, onu izleyebilir ya da çıkardığı sesleri duymaya çalışabilirsiniz. Önemli olan dikkatinizi yoğun bir şekilde bu nesneye harcamanızdır. Mindfulness’ın da benzer teknikleri bulunuyor. Hangisini seçerseniz seçin, kendinizi iyi hissettiğiniz zamanlarda bolca pratik yaparak dikkatiniz üzerine çalışmazsanız, gerçekten kriz yaşadığınız zamanlarda bu tekniklerden fayda görmeniz zorlaşır. 6) Kas gevşetme egzersizlerini uygulamak, kaslarınızla birlikte zihninizin de rahatlamasını sağlar. Youtube’da ya da farklı sosyal medya kanallarında çeşitli kas gevşetme egzersizleri bulabilirsiniz. Temel prensip farklı kas gruplarını sırasıyla sıkmak ve gevşetmektir. Diğer maddelerde belirttiklerim gibi, bolca pratik edilmesi gerekir. 7) Kendinizi iyi hissettiğiniz, sizi rahatlatan bir mekanda bulunduğunuzu hayal etmeyi deneyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuzu hayal ettiğiniz bu mekanın detaylarına mümkün olduğunca çok odaklanmaya çalışın. 8) Yürümek, yüzmek, hafif tempoda koşmak gibi, belirli bir tempoya bağlı hafif egzersizler stresi azaltır. Günlük rutininize hafif sportif faaliyetler eklemek endişe ve panik yaşama olasılığınızı azaltacaktır. 9) Yanınızda lavanta yağı taşıyabilirsiniz. Lavanta kokusunun stres azaltıcı etkisi olduğu biliniyor. Anksiyete atağının ya da panik atağın geldiğini hissettiğinizde, kaygı seviyenizin arttığını fark ettiğinizde biraz bileğinize döküp lavanta kokusunu hissetmek rahatlatıcı olabilir. Bunun dışında lavanta, papatya ve melisa gibi bitkilerin çaylarını içmek de size iyi hissettirebilir. 10) Panik atak sırasında zihninizden belli sözleri tekrarlamak, semptomların azalmasını sağlayabilir. Tekrarlayacağınız şey dini bir söz öbeği ya da dua da olabilir, kendinizi iyi hissettirecek bir cümle de. Mesela “bu bir panik atak ve birazdan geçecek” diyerek atak geçene kadar tekrarlayabilirsiniz ya da bu tür durumlarda tekrarlayacağınız daha işlevsel bir cümle bulabilirsiniz. 11) Panik ataklarınızla baş etmekte zorlanıyorsanız bir psikiyatrist tavsiyesi ve kontrolüyle ilaç kullanımına başlayabilirsiniz. Dikkat ettiyseniz saydığım maddelerin birçoğu dikkati farklı yönlere çekmeye odaklanan teknikleri içeriyor. Bunun nedeni panik atağın ve anksiyetenin zihnimizde dolaşan istenmedik düşünceler ve inançlar yoluyla ortaya çıkıyor olmasıdır. Odağımızı kaydırdığımızda ve bize zararı olmayan düşünceleri zihnimizin üst katmanına taşıyabildiğimizde, panik atak ve anksiyete semptomları azalma gösterecektir. Bu saydığım maddeler anksiyete ve panik atak ile mücadele konusunda size yardımcı olabilir. Ancak yine semptomlarınız devam ediyor ve farklı bir yol denemek istiyorsanız, ilaç tedavisi, psikoterapi ya da her ikisini birden alabilirsiniz. Bunun için bir uzmana danışmak size yardımcı olacaktır. Psk. Malik Kubilay Çadırcıoğlu #anksiyete #panikatak #başaçıkma #stres #ikipsikolog

  • İnsan İlişkilerinin Matematiği

    Hayatımızın her anında diğerleriyle iç içeyiz. Peki, çevremizde bu kadar insan olmasına rağmen neden birilerini daha çok sever diğerleriyle pek de samimi olmayız ya da bazı kişilerle belli bir süre iletişim kurduktan sonra iletişimimiz kopar? Neden birileri bizi daha çok çekerken bazılarından pek de hoşlanmayız? Tabi karşımızdaki kişiyi tanıdıktan sonra ve o kişi hakkında bilgi edindikten sonra yapılan seçimin normal olduğunu söyleyebiliriz ancak ya yeni tanıştığımız ve sonrasında yakından tanımaya fırsat vermediğimiz insanlar? Özellikle romantik ilişkilerde bu soruların cevabını verebilmek için sosyal psikolojideki açıklamaları incelemek gerekir. Buna yönelik evrimsel ve sosyal rol teorilerinde cinsiyetlerin birbirinden farklı olduğu ve bireylerin birbirini tamamlayıcı özellikteki partnerleri kendilerine eş olarak seçme eğiliminde olduğu belirtilmektedir. Bu teoriye göre bir kadın için partner seçiminde yüksek statüye sahip bir erkek diğer partner adaylarına göre daha çekici gelmektedir. Tam tersi olarak bir erkek için alımlı ve güzel bir kadının olası partnerler arasında daha ilgi çekici gelmesi beklenir. Tabi bu durumun, cinsiyet rollerindeki keskinliğin günden güne belirsizleşmesi sebebiyle birinci derecede önemli olmadığını belirtebiliriz. Bunun yanında eş seçimi sürecini açıklayan psikolojik çalışmalarda partner seçiminin rastgele bir süreç olmaktan çok amaca yönelik ve bilinçli bir süreç olduğu belirtilmiştir. Partner seçimi yaparken bireylerin değerlendirdiği kriterler ise; Tanıdıklık/Aşinalık: Karşıdaki kişiyle geçirilen zaman ne kadar artarsa onu kabul etme, sevme veya ondan hoşlanma ihtimali de o kadar artar. Yakınlık: Birileriyle tanıdık olmak veya o kişiye aşina olmak için o kişiye kolayca ulaşılabilecek bağlantıların olması önemlidir. Her gün gördüğümüz insanlara karşı daha sıcak ve samimi bir yaklaşımda bulunuruz ve onlara karşı diğerlerine olduğundan daha yakın oluruz. Eş tercihlerine bakıldığında da bu durum kolayca görülecektir. Tercih edilen kişiler üniversite arkadaşı, komşu ya da iş arkadaşı olmaktadır. Günümüzde internet ve sosyal medyanın etkisiyle fiziksel yakınlığın yanında siber yakınlığın da ilişki kurma ihtimalini arttırabilecek bir faktör olarak sayılabileceği söylenebilir. Fiziksel Çekicilik: Bireyler fiziksel olarak çekici ve hoş buldukları kişilere karşı daha olumlu bir tutum sergileme eğilimindedir. Bunun sonucu bireylerin çekici bulduğu kişiye karşı aşinalık kurma eğilimi artmakta ve bu kişiyle zaman geçirmeye yönelik olasılıkları arttıran tutumları sergilemesi daha çok beklenmektedir. Kişilik ve Karakter: Bulunduğu ortamda yetkin ve bilgili görünen kişiler diğerlerine göre sosyal becerileri yüksek ve daha çekici algılanmaktadır. Sosyal becerilerini yüksek ya da çekici olarak algıladığımız kişilere karşı da daha kabul edici bir tutum içerisinde yaklaşma eğiliminde bulunmaktayız. Benzerlik: Bizimle benzer değerlere, hayat görüşüne sahip insanları kendimize ‘uygun’ bulmaktayız. Aslında bunun sebebi daha kolay iletişim kurmak, daha çok paylaşımda bulunmak, birbirini daha iyi anlamaktır. Aynı zamanda bize benzer birinden hoşlandığımızda kendimize yönelik algımız da olumlu etkilenmektedir. Düşüncemiz ise; ‘O gerçekten harika bir insan ve birbirimize gerçekten çok benziyoruz!’ oluyor. Bize de iyi hissettiren bir düşünce! Peki, nasıl karar veriyoruz? Aslında kişi, bir ilişkiye başladığında temel hedefi o ilişkiden maksimum doyumu almak oluyor ve o ilişkiye dair düşüncelerimizi, alabileceğimiz doyum ve ilişki için yapacağımız fedakarlıkların toplamı belirliyor. Hedef ise ilişkiden maksimum performansı almak ve bedeli/fedakarlıkları minimumda tutmak oluyor. Romantik ilişkilerin matematik gibi tek bir cevabı ve belli yolları olmadığı düşünülürse, birey bir ilişkiye başlama ve bu ilişkiyi sürdürme kararını birçok değerlendirmeden sonra alabiliyor. Yapılan değerlendirmeler ise; Sevgi veya Statü: Partner seçimi yaparken yapılan ilk değerlendirmelerden biri sevgiye karşılık ekonomik durum olarak ifade edilebilir. Eğer yoğun bir sevgi varsa ekonomik durum ve sosyal statü arka planda bırakılabilir. Tam tersi olarak partner adayının statüsü ve ekonomik durumu güçlüyse hisler daha tolere edilebilir bir boyutta tutulabiliyor. Tutarlılık veya İyi Görünüm: Bireyler fiziksel olarak çekici gelen birini seçmek yerine ilişkide daha stabil, ilişkiyi ve kendini yormayan bir partner tercih etme eğiliminde oluyor. Ancak tam tersi olarak tutarlı olmasa da karşıdaki kişi iyi görünümde olduğu ve fiziksel olarak çekici algılandığı için ilişkide veya davranışlarında tutarlılık olmasa da bu durum göz ardı/tolere edilerek bir ilişki içine girilebiliyor. Eğitim veya Evcimenlik: Partner adayı eğer evine bağlı ve tutarlı bir tutum içerisindeyse eğitim durumu göz ardı edilerek ilişkiye başlanabiliyor. Diğer bakış açısında ise eğer eğitim düzeyi ve kariyeri yüksek ve gelişime açık bir partner beraberliğinde ise evcimenlik, eve vakit ayırma gibi durumlar geri plana atılabiliyor. Sosyallik veya Ortak İnançlar: Bireyler ortak inançlara sahip olduğunda partnerin sosyallik düzeyinin düşük olması pek de önemsenen bir konu olmuyor. Ancak bireyler benzer dini görüşe/inanca sahip değilse sosyallik becerisi ön planda tutularak tercih yapılabiliyor. İlgili maddeler bir ilişkinin başlama koşullarını, sürecini açıklamakta ve bireylerin bu süreçte ilişkiye yönelik ne kadar yatırım yapacağına, o ilişkide kalıp kalmayacağına ya da o ilişkiyi daha başlamadan bitirip bitirmeyeceğine karar vermesinde etkili olan faktörleri açıklamaktadır. Belirtilen maddeler ilişkileri ve partner seçimini biraz daha netleştirmiş ve sosyal psikoloji yönünden açıklamış olsa da doğru kişiyi bulmak ve seçmek aslında yüzde yüz açıklanamayan bir süreçtir. Bireyler kendilerine uygun partner adayları arasından neden ‘o’ kişiyi seçer, neden belli özellikleri göz ardı eder ya da belli özellikleri önemser sorularının cevabını ise hala veremiyoruz. Ancak ilişkilerin ilgili matematiğini ve ilgili formülleri verebildiğimizi umuyoruz. Psk. Duygu ÇANKAYA ÇADIRCIOĞLU Kaynakça: https://www.psychologytoday.com/us/blog/insight-therapy/201412/laws-attraction-how-do-we-select-life-partner Atli, A. (2015). Eş Seçme Stratejileri Envanteri Geliştirilmesi Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 12(32), 123-135. #insan #ilişki #matematik #romantik #partner #çift #ikipsikolog

  • Yeni Bir Hobi Edinmek

    Başlığı okuduktan sonra kendinize ne hobisi, zaman mı var? diyebileceğinizi tahmin edebiliyorum, en azından bazılarınızın. Sanırım Covid-19 öncesinde ben de bu fikirdeydim. “Modern” hayatlarımız o kadar dolu ki, bütün gün çalışıp bitkin düştükten sonra kendimiz için yapabileceğimiz en iyi şey Instagram’da ya da Youtube’da video izlemek, biraz uzanıp televizyona bakmak gibi geliyor. Boş zamanlarımızı, fiziksel ya da zihinsel bir aktivite ile değerlendirme fikri dahi yorucu gözüküyor. Daha “azimli” olanlarımız için bu süreç işten sonra yatana kadar geleceğe yatırım sayılabilecek iş niteliğindeki entelektüel aktivitelere odaklanmak şeklinde işleyebiliyor. Öyle ya da böyle, ben bir hobi için zaman ayırabilirim diyenlerin sayısı pek de fazla değil. Zaman ayırabilirim diyen kişiler arasında da yeni bir hobi ile uğraşmanın yeterince anlamlı olduğunu düşünenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecektir. İşin asıl rengiyse denedikten sonra ancak ortaya çıkıyor. Herhangi bir hobiye sahip insanlar, eğer gerçekten kendilerini yansıtabilen bir hobi bulmuş iseler, yorgun dahi olsalar bu aktiviteleri kendilerini dinlendiren birer uğraşı olarak görme eğilimindeler. Benim de aralarında bulunduğum diğer grup için ise hobiyi icra ederken dinlenebilmek ya da hobiyi yorucu olmayan bir faaliyet olarak görmek fikirleri uzak gelebiliyor. Aslında yoğun olduğumuz gerçeğinin yanında, hobiye ayırabileceğimiz zamanları ziyan ediyor olduğumuz gibi daha büyük bir gerçekle karşı karşıyayız. Sosyal medyayı hobi olarak tanımlamak da bir seçenek olarak görülebilir ama bu bize çok uygun bir yaklaşım gibi gelmiyor. Bu nedenle yeniyi, daha işlevsel olanı, daha faydalı olanı, daha eğlenceli olanı kovalayan bir çift olarak kendimize hobiler edinme ve bunu sürdürme konusunda önemli bir karar aldık diyebiliriz. Hatta bu karar doğrultusunda ilk adımlarımızı, icra edeceğimiz hobiler için uygun alan oluşturarak attık. Yavaş yavaş bu hobilerimiz için maddi yatırımlarımızı da yapmaya başlıyoruz. Duygu, dikiş üzerine ben ise radyo kontrollü model araçlar üzerine birer küçük atölye kurma kararı aldık. Model araçlar yıllar önce uğraşıyor olduğum ancak vakit yok bahanesiyle geri dönmeye çekindiğim bir hobiydi. Karar almak dahi beni fazlasıyla heyecanlandırdı. Dikiş ise Duygu için bir deneme olacak diyebiliriz. Bu onun ilgi duyduğunu düşündüğü bir alan ve gerçekten öyle olduğunu görürse devam edecek. Aksi halde, alternatif ilgi alanlarıyla ilgili farklı hobileri deneme konusunda kararlı gözüküyor. Bu yazıyı yazarken hem kendi aldığımız kararları paylaşalım hem de sizleri de bir hobi edinme konusunda teşvik edelim istedik. Avustralya’da tanıştığımız bir Türk arkadaşımız kendisiyle ilgili birkaç anı anlatmıştı. Oraya ilk gittiğinde insanların, kendisine ne tür hobileri olduğunu sorduğunu ve buna cevap veremediğini, mecburen birkaç hobi edindiğini ve bundan çok memnun olduğunu, hobileri için sabah 4’te, 5’te kalkmanın dahi kendisine iyi hissettirdiğini belirtmişti. Bu küçük kıssadan şu hisseyi çıkarıyorum; bizim milletin hobi edinmesi için birileri tarafından dürtülmesi gerekiyor. Şaka bir yana, bazen birileri tarafından itilmek, destek görmek, teşvik edilmek adım atmamızı kolaylaştırıyor. Yine de bu atacağımız adımda yalnız olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Hayat sadece çalışmak, sadece hizmet etmek, sadece hizmet almak değil. Hayat sadece mecburiyetleri yerine getirerek yaşlanmak değil. Neden kendimize göre şekillendirmeyelim bu hayatı? Neden içine hoşlanacağımız birkaç şey serpiştirmeyelim? Neden biraz kendimizi düşünmeyelim? Kendimiz için uygun olan hobiyi bulmak çok kolay değildir. Hatta tam olarak bizi yansıttığını düşündüğümüz hobiden sıkılmak ve anlamsız bulmaya başlamak da pek mümkündür. Ancak denemeden, hata yapmadan, tek atışta doğrusunu bulmayı umuyorsak, bunun da gerçekçi olmadığını bilmek gerekiyor. Kendi ihtiyaçlarınızı, kendi becerilerinizi, kendi hayallerinizi, uzaklaşmak istediklerinizi, yakınlaşmak istediklerinizi biliyorsanız, sizin için uygun hobiyi bulmak konusunda zaten önemli bir adım atmışsınız demektir. Önemli olan denemek ve hayatınıza güzel esintiler katacak yeniliklere fırsatlar vermek. Sonrasında muhtemelen, başınız sıkıştığında, canınız sıkıldığında, boş kaldığınızda, işten geldiğinizde, ev işlerini bitirdiğinizde, ödevlerinizi tamamladığınızda yapmak isteyeceğiniz ilk şey elinize örgünüzü almak, atölyenizde birkaç parça birleştirmek, fırçanıza boya sürmek, gitarın tellerine dokunmak gibi sevdiğiniz ve sizi yansıtan bu hobinizle güzel bir zaman geçirmek olacak. Hayatınızın bu döneminde, sizi tatmin eden bir uğraşınız yoksa, yeni bir hobi için arayışa gireceğinizi umuyorum. Nasıl bir hobiye başlayacağınızı bilmiyorsanız size yardımı dokunacağını düşündüğüm birkaç madde ile yardımcı olmaya çalışayım. Sayacağım bu maddeler, herhangi bir hobiye başlarken göz önünde bulundurulması gereken, kendimiz için doğru hobiyi belirlerken faydalanabileceğimiz tavsiyeler içeriyor. 1) Maddi Durum: Bazı hobiler para harcamanıza, bazıları para kazanmanıza vesile olur. Bu noktada ne istediğinizi bilmelisiniz. Para kazandıran hobi gibisi yoktur diyebilirsiniz. Ancak bunu bir noktadan sonra ikinci bir işmiş gibi algılamayacağınızdan emin olmalısınız. Belki de yürüteceğiniz hobi umduğunuzdan daha fazla maddi kayba neden olacaktır ve bu nedenle sürdürülemeyecektir. Uygun hobiyi seçebilmeniz için önceden bir bütçe belirlemeniz ve buna uymanız size yardımcı olacaktır. 2) Zaman: Hobi için ayırabileceğiniz zamanı düşünmelisiniz. Boş vaktiniz çok yoksa ve çok fazla zaman ve emek isteyen bir hobi seçmiş iseniz yürütmekte zorlanabilirsiniz. Uzun vadede vakit bulamamaktan şikâyet ederek, hobinizden vazgeçebilir ve hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz. Limitli bir boş zamanda yürütebileceğiniz hobiler de mevcuttur. Bunlara odaklanabilirsiniz. 3) Sosyallik boyutu: Günlük hayatınızın sosyal açıdan yoğunluğu nedir? Sosyal ihtiyaçlarınız ne düzeydedir? Seçeceğiniz hobi yalnız icra etmek istediğiniz bir şey mi yoksa sosyal ortamlarda online ya da yüz yüze bulunmak isteğinizle örtüşen bir hobi mi? Evde örgü örmek ya da kalabalık bir grupla dans etkinliklerine katılmak gibi sosyal açıdan iki farklı uçta duran hobiler edinebilirsiniz. İş hayatında ya da evdeki hayatında yalnız olan kişiler için sosyal etkinlikler daha uygun olabilecekken, zaten sürekli insanlarla birlikte olan ve yalnızlığa ihtiyaç duyan kişiler için yalnız yürütülen hobiler daha mantıklı gelebilir. Nihayetinde bu göz önünde bulundurulması gereken kişisel bir seçimdir. 4) Arka planda kalan yönleriniz: Her birey, iş hayatında ya da günlük hayatında farklı becerilerini, farklı yönlerini ön plana çıkarır. Kimisi fiziksel bir iş yaparken, kimisi daha zihinsel veya sosyal bir aktivite yürütmektedir. Bu tür durumlarda bazı diğer yönlerimiz pasif kalmakta ve ilgi isteyebilmektedir. Örneğin fabrikada beden işçisi olarak çalışan bir kişi vücudunu dinlendirebileceği entelektüel bir hobi edinebilir; kitap okumak, online kurslara yazılmak, şiir yazmak gibi. Tam tersi yönde zihinsel ve sosyal olarak kendini yorulmuş hisseden bir psikolog ise el işi ya da spor gibi fiziksel ve motor becerileri ön plana çıkaran bir hobi edinmek isteyebilir. Tabi ki bu, fiziksel bir iş yapan kişilerin, fiziksel aktivite içeren hobiler edinmemesi gerektiği anlamına gelmez. 5) Rahatlatıcı mı, zorlayıcı mı? Hobinizin sizi rahatlatmasını mı yoksa zorlamasını ve kendinizi geliştirmeye mecbur bırakmasını mı istiyorsunuz? Bu da hangi hobiye yönelmek istediğinize karar verirken önemli olabilecek bir faktör. Belki hem zorlayıcı hem de rahatlatıcı hobileriniz olabilir. Her ikisine de farklı zamanlarda ihtiyaç duyulabilir. 6) Tek mi, partnerle birlikte mi? Partnerinizle beraber yürütebileceğiniz bir hobi arıyor olabilirsiniz. Sadece kendinize ait hobileriniz varsa, yenileri için farklı kombinasyonlar deneyebilirsiniz. Eşinizle ya da başka çiftlerle gerçekleştirebileceğiniz aktiviteler içeren hobiler edinmek isteyebilirsiniz. 7) Sorumluluk: Bazılarımızın hayat içinde zaten bitirmesi gereken, çok fazla sorumluluk yükleyen, son tarihi olan bir sürü işi var. Belki bu tür kişiler için tamamlama zorunluluğu olmayan, rahat aktiviteler içeren hobiler edinmek daha uyumludur. Bu maddeler derin bir şekilde sorgulandığında, kendiniz için uygun olan hobiyi bulmanıza yardımcı olacaktır. Kendinizi böyle bir yenilik için hazır hissettiğinizde ya da bir boş zaman uğraşısına ihtiyaç duyduğunuzda, geri adım atmayın ve zihninizden geçenleri deneyim derim. Hali hazırda sürdürüyor olduğunuz ya da başlamak istediğiniz bir hobiniz var mı? Bizimle paylaşabilirsiniz. Hoşça kalın. Psk. Malik Kubilay Çadırcıoğlu Maddeler için yararlandığım kaynak: https://www.psychologytoday.com/us/blog/in-practice/201809/10-tips-choosing-the-perfect-hobby

  • İçimdeki Boşluk: Anlam Bulma Kaygısı

    Önemli olan şey etkinliğinizin yarıçapının uzunluğu değil, oluşturduğu halkanın içini ne kadar doldurduğunuzdur. Viktor Frankl İnsanın neden bu dünyada olduğu, bu dünyada ne yaptığı soruları çok uzun zamandır düşünülen ve hakkında pek çok araştırmanın yapıldığı bir konudur. İnsanın bu dünyada olma sebebi hakkındaki düşünceleri, anlam arayışı, aslında dünyada olmamız sebebiyle yaşadığımız bir kriz olarak tanımlanabilir. Bu krizi bütün çocukları evli ya da üniversite için başka bir şehre taşınan anne babada, üniversiteden mezun olmuş bir gençte veya hayatını rutine oturtmuş yetişkinde, evli çiftlerde de görebiliriz. Hayatın anlamı nedir? Ne için yaşıyorum ki? Neden yaşıyorum? Ne yapıyorum? Benim hayatımın anlamı nedir? İnsan kendi anlamını, kendi hayatından tatmin ve mutlu olacağı bir anlamı nasıl bulur? Yukarıdaki sorulara ve hayattaki anlamımıza yönelik birçok farklı düşünürün birçok farklı yaklaşımı ve yöntemi mevcuttur. Biz de bu yaklaşımları toparlamak ve aslında günlük hayatımıza nasıl uyarladığımız üzerine odaklanmak istedik. Hayattaki anlam arayışımıza dair bu yaklaşımlardan bahsedecek olursak; Kayıtsız Dünya. Sartre, ‘İnsanın doğumu anlamsız, ölümü anlamsız ve bu anlamsızlık içinde tesadüfen bir yaşam mevcuttur’ demiştir ve bu anlamsızlığın ağırbaşlılıkla aşılabileceğini söylemiştir. Bu ağırbaşlılık ve anlam arayışında izlenebilecek yolları da kendine bir yuva kurmak, arkadaşlık, başkalarına yardım etmek, özgürlük ve bağlanma olarak tanımlamıştır. Nereye diye sorar Elektra ve Orestes cevap verir: Kendimize. Özgecilik. İnsanın kendi yaşamının anlamını bulmasında yardım etmek ve diğerlerine destek olmak çok büyük bir önem taşır. Eğer bir yardım kuruluşunda bir gün bile gönüllü olduysanız o günün sonunda haklı bir gurur ve doluluk hissini yaşamışsınızdır. Vermenin, başkalarına yardımcı olmanın ve dünyayı başkaları için iyi bir hale getirmenin güzel olduğu inancı gerçek bir anlam kaynağıdır. Yaratıcılık. Yaratıcı olmak, üretmek de insanda yeninin getirdiği güzellik ve doluluk duygusunun uyanmasına olanak tanır. Öğrenmeye, yemek yapmaya, ders çalışmaya ve aslında hayata karşı yaratıcı ve özenli bir yaklaşım bireyin yaşamına katkı sağlar. Hangimiz rutinlerden, monotonluktan, tekdüzelikten ve bunun sonucunda yaptığımız şeyin anlamsız geldiğinden şikayet etmiyoruz? Yapılan işe farklı bir bakış açısı ve yaratıcı tutum geliştirmek, anlamı da beraberinde getirecektir. Aynı zamanda sadece kendimiz için değil dünyanın da daha iyi bir yer haline gelmesi için yaptığımız yaratıcılıklar aslında diğerlerine yardım etme ve yaratıcılığın örtüştüğü bir noktadır ve bu, tatmin edicidir. Zevk Alma. Hayatı dolu dolu yaşamak, her andan keyif almak, hayata ve getirdiklerine karşı ilgi, merak ve şaşkınlığı korumak ve en önemlisi hayatın anlamında haz aramak bu yaklaşımın temelini oluşturmaktadır. Yaptığımız iş ne olursa olsun ondan keyif almaya odaklanmaktadır. Kendini Gerçekleştirme. İnsanın temel anlam kaynağının kendini ve potansiyelini gerçekleştirmekte gizli olduğu ifade edilir. Buna yönelik de potansiyelimizi, yeteneklerimizi kullanmadan, aslında yaşamadan geçirdiğimiz hayata baktığımızda, kendimizi suçlu ve sonrasında anlamsızlık hissi içerisinde hissedeceğimiz belirtilir. Bunu, "keşke şunu da yapsaydım.", "keşke elimdeyken şöyle yardımcı olsaydım." dediğimizde, aslında potansiyelimiz olduğunu ama kullanamadığımızı hissettiğimizdeki suçlulukta görebiliriz. Tabi ömrünün boş ve kendini bulamadan geçtiğini düşünen biri için önemli olan geçmiş yıllara hayıflanmak yerine bundan sonraki zamanı kendini gerçekleştirebilmek ve sahip olduğu potansiyeli kullanabilmek için çabalamaktır. Kendini Aşma. İnsan, hayatına anlam bulma ve kendini gerçekleştirme kaygısına ne kadar düşerse ondan o kadar uzaklaşır. Aslında bu anlam, bireyin odak noktasını kendinden dünyaya kaydırmasıyla olur. Örneğin yeni tanıştığınız bir grupta kendi düşüncelerinize, sözlerinize ne kadar odaklanırsanız karşıdakiyle iletişiminiz o kadar zayıf olur ve o sohbetten hiç bir keyif alamazsınız. Çünkü böyle bir durumda kendinize, iletişimde hata yapmamaya o kadar odaklanırsınız ki karşıdaki kişiyi duymazsınız bile. Hayat anlamında da benzer bir döngü söz konusudur. Kendimize ne kadar odaklanırsak çerçevemizin içi bir o kadar kendimizle dolar. Ancak etrafı, diğerlerini, dünyayı çerçeveye alırsak kendimizi aşan hedefleri odak noktasına koymuşuz demektir- ailemiz, yoksulluk, küresel ısınma, hayvan hakları vb. Böylece dünyaya katkı sağlayan şeylere odaklanmış oluruz. Avusturyalı Psikiyatr Victor E. Frankl’a göre insanoğlunun gereksinim duyduğu şey kendi için değerli olan bir amaç için çabalayıp mücadele etmektir. Bu amacın kendisi dışındaki bir şeye yönelmesi gerektiğini vurgular. Aynı zamanda hayat amacının zevk almak, mutlu olmak gibi konular olamayacağını da söyler. İnsan mutluluğu ne kadar ararsa mutluluk da ondan o kadar kaçacaktır. Zevk son hedef olmamalı. Zevk, insanın anlam arayışında bir yan ürün, bir hediyedir. Frankl, hayatın anlamını bulmada önemli bir noktanın da insanın acı çektiği, değiştiremeyeceği durumlara karşı aldığı tutum olduğunu ifade etmiştir. Bunu ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabında Aucshwitz toplama kampındaki kişisel deneyimlerinde anlatmıştır. Kampta bulduğu kağıt parçalarına yazdığı deneyimleri ve psikoterapide anlamın rolü hakkındaki düşünceleri; oradaki her türlü sıkıntıya direnmesini, diğerlerine bu konuda destek olmasını ve aslında sahip olduğu amaca yönelik çalışmasını sağladı. Uç ve zor koşullarda hayatta kalabilmenin insanın çektiği acılarda bir anlam bulabilmesine bağlı olduğunun çok güzel bir örneğidir. Frankl, toplama kampında kitabını bitirebilme ve bir terapi yaklaşımı üretebilmeyi amaçladı; aynı toplama kampındaki diğer kişiler de ailelerine kavuşabilmeyi, intikam alabilmeyi, yaşadıkları zorlukları dünyaya duyurmayı amaçladılar ve hayatta kaldılar. Frankl’ın deneyimlerine göre yaşamla ve kampın zorlu mücadelesiyle baş edemeyen kişiler ağırlıklı olarak hayattan bir beklentisi olmayan kişilerden oluşmaktaydı. Kendimizi bulma ve hayatımıza anlam arama yolculuğunda koyduğumuz hedeflere her zaman ulaşamayabiliriz. Ancak anlam hissi geliştikten sonra değerler de kendiliğinden oluşur. Değerlerimiz nasıl bir yaşam geçireceğimizi bize söyleyen ilkelerdir ve amaca ulaşamasak da (hayatta kontrol edemediğimiz pek çok şey var) o amaca uygun değerlerle yaşamak anlamlı bir hayat sürdürdüğümüzü hissettirmektedir. Frankl, o kamptan sağ çıkamayabilirdi ve hedeflediği kitabı yazamayıp planladığı terapi yaklaşımını oluşturamayabilirdi. Ancak o kitabı yazamasaydı da hayatının son noktasına kadar değerlerine yönelik dolu bir hayat geçirmiş olacaktı. Anlam arayışımız hayatımızın her anında bizimle olacak bir konudur. Anlamsızlık; boşluk, isteksizlik, keyifsizlik duygularını doğurur ve böyle bir noktada hayattan verim almamız mümkün değildir. Bunun için hayatta gideceğimiz yönü belirlemek, bir amaç bulmak bizi yaşama ve yaşamın getirdiği güzelliklere bağlar. Sonucunda da keyifsizlik duygularından kurtuluruz ve geriye dönüp baktığımızda doyumlu ve tatmin olmuş bir yaşam içerisinde olduğumuzu görürüz. Yaşamımıza anlam katan, hedeflediğimiz yolda keyif alarak ilerlemektir. Hedef, mutluluk, zevk yolun sonundaki hediyedir ve onu alıp alamayacağımızı biz asla belirleyemeyiz. Ancak o amaca giderken ilerleyeceğimiz yolun nasıl bir yol olacağını belirleyebiliriz. Hayatımın anlamı zengin olmak, yurt dışında yaşamak, Korona'nın bitmesi ya da tecrit halindeysem bundan kurtulmak olamaz. Bu anlamsız ve sığ. Hayatımın anlamı bulunduğum koşulları bana iyi gelecek şekilde kullanmak olmalı. Zengin olmak değil belki de kendimi geliştirecek, diğerlerine yardımcı olabileceğim bir iş için çabalamak olabilir. Belki sonunda zenginlik de gelir kim bilir ancak bu benim elimde değil. Frankl, o kamptan çıkmayı amaç olarak koysaydı her gün o kampın ne kadar zor olduğunu, zamanının nasıl boşa ve amaçsızca geçtiğini, ömrünün gittiğini düşünecekti. Ancak farklı bir hedefle kendini o kamp ortamında bile doyuracak yolları buldu. Yaşamınızdan, bulunduğunuz koşullardan, dünyanın şu anki halinden keyif almayabilirsiniz. İçinizde bir boşluk ve anlamsızlık hissi olabilir. Ancak buna yönelik koşullarınızı en iyi şekilde kullanmak ve kendinizi değerleriniz doğrultusunda şekillendirmek gücüne sahipsiniz. Nerede olursanız olun yaşamın sorumluluğunu aldığınız müddetçe özgürsünüz. Özgürüz. Bu güzel bir his. Kaynaklar: Frankl, V. (2013) İnsanın Anlam Arayışı. İstanbul, Okuyan Us Yayınları. Yalom, I. (2018). Varoluşçu Psikoterapi. İstanbul, Pegasus Yayınları.

  • Bir Şeyler Satın Almak Bizi Gerçekten Mutlu Eder mi? Parayla Saadetin Yolları

    Sıkıldığımız, yorulduğumuz, kendimizle ilgilenmek istediğimiz, kendimizi ödüllendirmek istediğimiz dönemlerde; hayatımıza bir farklılık katmak ve mutluluğumuzu arttırmak amacıyla bir şeyler satın alma eğilimini belki de hepimiz gösteriyoruzdur. Yeni bir telefon, yeni bir araba, bir bilgisayar, bir kolye, bir elbise, bir aksesuar ve daha neler neler istiyoruz. Para ile neler yapabileceğimizi dünya çapındaki büyük firmalar bize çok güzel gösteriyor. Bu model diğerinden daha iyi kameraya sahip, bu araba daha küçük motorla daha fazla güç üretiyor, bu bilgisayarın ağırlığı daha az, bu elbise yeni moda vb. klişe tanıtım cümleleri bizde yeni bir eşya alma isteği oluşturmak için gayet yeterli olabiliyor. Ancak işin ilginç yanı şu ki, aldığımız eşyaların çoğu, gerçekten ihtiyaç duyduğumuz için değil; mutlu olacağımızı düşündüğümüz için ya da ’yeni’yi elde etmeye dair dürtülerimizi kontrol edemediğimiz için aldığımız ancak kısa süre içerisinde bize geçici olarak verdiği heyecanı gerisin geriye alan eşyalar oluyor. Sahip olmak istediklerimiz, sahip olduktan sonra kıymetini yitiriyor. Buraya kadar yazdıklarım, özgün bir tespit ya da bir araştırma sonucu değil. İnsanoğlu olarak hep beraber tecrübe ettiğimiz bir durumun özeti niteliğinde. Yani aslında birçoğumuz yeni eşya almanın bizi uzun vadede mutlu etmeyeceğini biliyoruz. Ancak yine de yeni şeyler almaya dair merakımızı dizginleyemiyoruz. Amerikalı bir manevi öğretmen olan Adyashanti, insanların gerek duyulmasa dahi yeni eşyalar almaya dair sahip olduğu dürtüyle ilgili şöyle bir şey söylemiş; “Bir şey satın aldığımızda ve istediğimiz ürünü elde ettiğimizde, geçici olarak mutlu, huzurlu ve tatmin olmuş hissederiz. Ancak böyle hissetmemizin asıl nedeni istediğimiz şeyi elde etmiş olmak değildir, kısa bir süreliğine de olsa, yeni bir şey istemeyi durdurmuş olmamızdır.” Bu cümle bana gerçekten “işte bu” dedirtti. Bir kez daha bizi mutlu eden şeyin, herhangi bir dış uyarıcı değil, zihnimizin içindeki düşünceler olduğuna ikna oldum. Yeni bir şeyler almak bizi gerçekten neden mutlu etmez? Hızlıca bir kaç maddede sıralayacak olursak; 1) Eşya alındığı anda eskimeye başlar. 2) Her zaman etrafımızda daha yeni bir şey vardır. 3) Eşyaların kırılma, çizilme, çalınma gibi ihtimalleri bulunmaktadır. Elde ettiğimiz her eşya yeni bir kaygıya neden olabilir. 4) Sahip olduğumuz her şey bakım, koruma ve düzenleme gerektirdiğinden, bizim için zaman ve enerji kaybı olmaya başlar, bir noktadan sonra hayatımızı kolaylaştırmak yerine zorlaştırmaya başlayabilir. 5) Sahip olduklarımızı aslında para ile değil zaman ile satın alırız. Bu nedenle sahip olmak istediğimiz her eşya için daha fazla çalışmamız gerekir. 6) Etrafımızdaki insanların ilgisini çekmek ve onları etkilemek amacıyla yaptığımız satın almalar da bizi yeterince memnun etmeyecektir. Zira, çoğu zaman beklenen ilgi yeni alınmış bir eşya ile karşılanamayacaktır, karşılansa dahi bu ilgi uzun sürmeyecektir. 7) Sahip olunan eşyalarla mutluluğu ölçmeye kalkışmak, her zaman için yenilginin garantisidir. Çünkü her zaman daha fazlasına sahip biri mutlaka vardır. 8) Huzurlu hissetmek için eşya alımı yapmak hiç bir zaman işe yaramaz. Sonuna kadar eşya dolu gardroplara rağmen hala yeni bir şeyler almaya dair istek ve alamadığımızda hissedilen huzursuzluk bunun en büyük kanıtıdır. 9) Herhangi bir eşya bizim fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılayabilir, ancak duygusal ihtiyaçlarımızın karşılanması için hiç bir zaman yeterli olmayacaktır. Çünkü gerçekte arzu ettiğimiz şeyler özgürlük, sevgi, huzur gibi kavramlardır ve çok nadiren alınan eşyalar bunları karşılayabilir. 10) Satın alınan her eşya doğayı kirletir ve günün birinde zehirli atıklara dönüşür. Bu yüzden toplum olarak eşya alma alışkanlığına sahip olmanın global etkileri de ciddi anlamda büyüktür ve kirli bir dünya eminim ki kimseyi daha fazla mutlu etmeyecektir. Gerçekten bizi mutlu etmeyen şeyler için neden bu kadar para harcıyoruz? Bizi yeni bir şeyler satın almaya iten güç nedir? Bunu üç ana başlık altında inceleyebiliriz; 1) Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz için (ki bu madde, yazımızın konusuyla çok ilgili değil). 2) Yeniliği nedenini bilmediğimiz bir şekilde sevdiğimiz için (çocukların dahi yeni oyuncaklara daha fazla ilgi gösterdiğini fark etmişsinizdir). 3) Kendimizi özel hissetmek için (kendimizi kıyasladığımız üst sınıf insanlara yaklaşabilmek ve alt sınıftan mümkün mertebe uzaklaşabilmek için ya da bunun gibi statü kaynaklı nedenler). Temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak şeyler almak gerçekten anlamlıdır. Örneğin ev almak, yiyecek bir şeyler almak, ihtiyaçlarımızı karşılayacak düzeyde kıyafet almak, bir telefon almak gibi. Ancak son model telefonu almak, bir kaç kez kullanıp atacağımız bir ayakkabı almak gibi gerçekten temel ihtiyaçlarımızın karşılanmasına hizmet etmeyen ve dışarıdan yönetilen bir alışveriş isteği ile ortaya çıkan satın almalar sanırım birçoğumuzun sorguladığı bir şeydir. Kapitalist toplumlarda satış politikaları ve tanıtım yöntemleri insanları bir şekilde ihtiyaç duymadıkları şeyleri almaya iter. İnsanlardaki satın alma güdüsü ise iyi bir sosyal statüye sahip olmak, üzgünlüğü ya da sıkkınlığı ortadan kaldırmak için ortaya çıkabilir. Diğer yandan satıcılar, sözde indirimleri ile alıcıları gerçekten iyi bir anlaşma yapacaklarına ikna edebilirler ve alıcılar sınırlı sayıda ya da sınırlı süreyle satışı yapılan ancak ihtiyaç duyulmayan bir nesneyi bir fırsatı kaçırmaktan çekindikleri için satın alabilirler. Yeni bir şeyler satın almak bizi hiç bir zaman mutlu etmez mi? Yapılan son araştırmaların birçoğunda eşya satın almak yerine, gezmek, tiyatroya gitmek ya da yemeğe çıkmak gibi sosyal ve deneyimsel yatırımlar bizleri yeni bir eşya satın almaya kıyasla çok daha mutlu ediyor. Herhangi bir eşyanın bize verdiği o sınırlı mutluluk da, eşyayı aldığımız andan itibaren gittikçe düşmeye başlıyor ve kısa sürede ortadan kalkıyor. Deneyimsel bir satın alma pişmanlık oluşturmazken (ya da nadiren pişmanlık oluştururken), bir malzeme satın almak kimi zaman pişmanlık duygusu hissettirebiliyor. Ancak bu demek değildir ki satın alınan eşyalar bizi hiç bir şekilde mutlu edemez. Bazı ürünlerin bizi diğer bazı ürünlere karşı daha fazla ve kalıcı bir şekilde mutlu edebileceği bulunmuştur. Araştırmalar insanların kişiliklerine uygun satın almalar gerçekleştirdiğinde daha mutlu olabileceklerini göstermiştir. Örneğin dışa dönük insanların bir restoranda ya da barda içecek ve yiyeceklere vereceği para onun daha mutlu hissetmesine vesile olurken, içe kapanık birisi için kitap satın almak daha mutlu edici bir alışveriş olabilmektedir. Bazı ürünler ise satın alan kişilere uzun süreli deneyimler vaad edebilir. Örneğin bisiklet, kitap gibi yeni deneyimlere ön ayak olacak eşyalar bizleri mutlu edebilecek eşyalardandır. Bir fotoğraf makinesi, bir müzik aleti ya da bir hobi için kullanacağımız yeni bir eşya da bize gerçekten mutluluk verebilir. Bu noktada önemli olan, satın alacağımız ürünün bize ne şekilde hizmet edeceğini, yeni deneyimler elde etmemize yardımcı olup olmayacağını ve kişiliğimizle ne kadar uyumlu bir eşya olacağını değerlendirmek olacaktır. Son zamanlarda yapılmış ilginç bir çalışmayı baz alacak olursak, düşük gelirli kişilerde herhangi bir malzemeyi-materyali satın almanın, deneyim katacak bir faaliyette bulunmak kadar mutlu eden bir faktör olduğu sonucuyla karşılaşıyoruz. Maddi durumu daha iyi olan kişilerin ise seyahat, konser gibi anı oluşturan etkinlikler için para harcayarak daha fazla mutluluk elde edebildiğini görüyoruz. Aslında biraz daha derin düşündüğümde, düşük gelirli kişilerin deneyimsel faaliyetler kadar materyal alışverişlerinden de mutlu olabilmesini anlayabiliyorum. Zira karşılanması gereken birincil ihtiyaçlar varken, deneyimsel faaliyetler için para harcamak biraz lüks kaçacaktır. Ancak bu yazıyı okuyan bir çok kişinin yeteri maddi güce sahip olduğunu ve gerçekten ihtiyaç duyduğu şeylerin sayısının sınırlı olduğunu tahmin ediyorum. Örneğin 2 yıllık bir telefonu olduğunu ancak yeni çıkan Iphone’a da sahip olma isteği ile yaklaştığını, ya da ikinci bir eve sahip olmak istediğini, oyunların daha az donması için son model bir bilgisayar alma düşüncesi olduğunu varsayıyorum. Bu varsayımla yaklaştığımda, eldeki bilimsel verilere göre; yeni bir materyal almanın vereceği mutluluk, yeni bir deneyimin katacağı mutluluktan çok daha az olacaktır gibi gözüküyor. Büyük firmaların satış politikalarını güzelce öğrenmek, kampanyaların, tanıtım yöntemlerinin ortak noktalarını ve hileli yönlerini keşfetmek, gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu fark edebilmek, emeğimizin ve paramızın sömürülmesini engelleyebilir ve paramızın bizi gerçekten mutlu edebilecek, deneyimsel araçlara aktarılmasına yardımcı olabilir. En yüksek verimi elde etmek için elimizdeki parayla neler satın alabiliriz, bu parayı nasıl kullanabiliriz? 1) Özellikle sevdiğiniz insanlarla paylaşacağınız güzel deneyimler satın alabilirsiniz. Ailece yemeğe çıkabilir, birlikte seyahat edebilirsiniz. Yakın bir arkadaşınızla bir maceraya atılabilir, lunaparka gidebilirsiniz. Güzel anılar elde etmenizi sağlayacak bir çok aktivite bu listeye dahil edilebilir. Bazı araştırmalarda sosyal ortamlarda gerçekleştirilen deneyimsel aktivitelerin daha fazla keyif verdiği bulunmuş olsa da yalnız yapılan aktivitelerin de çok kıymetli olduğunu ve yalnızken de yeni deneyimler elde edebileceğinizi ve bu şekilde yeni ve işlevsiz eşya almaya kıyasla çok daha mutlu olabileceğinizi unutmayın. 2) Sahip olduğunuz parayla zaman satın alabilirsiniz. Evdeki tadilatı bir ustaya, arabanın temizlenmesini bir araba yıkamacıya yaptırabilirsiniz. Ya da yaptığınız herhangi bir işe yardım edecek birini işe alabilir ve kendinize zaman ayırarak, ayırmış olduğunuz bu zamanı ailenizle, arkadaşlarınızla verimli bir şekilde değerlendirmek amacıyla kullanabilirsiniz. Tabi ki sizin için keyifli ise tadilat gibi işleri bir aile-arkadaş aktivitesi haline getirmek ve bu şekilde yeni bir anı oluşturmak da seçenekler arasında olabilir. 3) Başka insanlara, derneklere ya da vakıflara yardım etmek de daha iyi hissetmenize yardımcı olabilir. Araştırmalar gösteriyor ki, birileri için yardımda bulunmak, çoğu zaman kendimiz için para harcamaktan daha fazla iyi hissettiriyor. Tabi ki kişisel farkları değerlendirdiğimizde bazı bulgular yön değiştirebilir. Tüm bu yazdıklarımla yeni bir şeyler elde etmeye dair isteğin sönmesini istediğim anlaşılmasın. Aksine yeniyi elde etmeye dair isteği korumak, bizi motive eder, hayat zevkimizi arttırır ve kendimizi gerçekleştirme yolculuğumuza devam etmemizi sağlar. Yeni alışkanlıklar, yeni değerler, yeni inançlar, yeni hobiler, görülecek yeni yerler, yemek yenilecek yeni restoranlar, eğlenilecek yeni mekanlar, yardım edilecek yeni insanlar-kuruluşlar, yeni ilişkiler vesaire. Yeniye dair isteğimizi kaybetmemek bizi gerçekten de mutlu edebilir. Ancak bizi mutlu etmediği yetmezmiş gibi, emeğimizi ve zamanımızı da çalan bu satın alma düzeniyle ’mutlu edecek yeni’ye ulaşmaya çalışmak, sanırım biraz gerçek dışı olacaktır. Tüm bu araştırmaların ve yazmış olduğum yazının gerçekçi olmadığını ve sizin için işe yarayacak noktalara parmak basmadığını düşünüyorsanız ve biraz daha kanıta ihtiyacınız varsa, size yardımcı olacağını düşündüğüm bir kaç site önerebilirim. www.sahibinden.com www.n11.com www.hepsiburada.com www.trendyol.com Yeni ve güzel deneyimler dilerim :) Kaynaklar: https://www.becomingminimalist.com/buying-stuff-wont-make-you-happy/ https://theunboundedspirit.com/buying/ https://www.psychologytoday.com/us/basics/consumer-behavior https://www.fastcompany.com/3061516/scientific-proof-that-buying-things-can-actually-buy-happiness-sometimes https://www.psychologytoday.com/us/blog/finding-new-home/201806/materialismhappiness https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-psychological-pundit/201906/want-stuff-why-we-are-driven-buy-more https://www.psychologytoday.com/us/blog/why-bad-looks-good/201807/want-buy-happiness-three-items-your-shopping-list https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-good-life/200806/money-and-happiness https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-happy-consumer/201809/5-ways-money-can-buy-you-happiness

bottom of page